Karadeniz’in Orta Yerinde
ÇETO MUSTABEY!

<center> Karadeniz’in Orta Yerinde  </center><center><font color=’blue’> ÇETO MUSTABEY!</font></center>

Bir başkadır bizim bölgemiz!

Hani haritada denize doğru çıkıntı yapmış, şişkin bölüm! Zonguldak ile Sinop arasında kalan ve bunun tam ortasında Abana’nın da olduğu bu bölüm, Batı Karadeniz Bölgesi’nde olsa da, Karadeniz`in ortasıdır.

Bu kıyıların yemyeşil güzel bir doğası, kendine özgü kültürü vardır. Ülke geneline göre insanları daha bir uygardır. İklimi, biraz Akdeniz İklimi özelliklerini de taşır ama, bazen bir rüzgârla işler değişir, hava ve deniz sertleşiverir. O rüzgarlar ki çok çeşitlidir; Lodos, poyraz, yıldız, karayel… Sonra kıble, gün doğusu, gün batısı da zaman zaman görülür.

Açık bir deniz olduğu için, korunaksız kıyıya dalgalar büyük ve dikine gelir. Bazen rüzgâr olmadan da dalga oluşabilir. Bazen üstten ayrı, alttan ayrı akıntı oluşur.

Sabahla öğlen arası genellikle sakin bir hava hüküm sürerken, eğer batıdan bir hava akımı gelmiyorsa, öğleden sonra çoğunlukla poyraz esmeye başlar. Poyrazda hava bulutsuz, açık olur. Ancak üç gün sürerse ‘bölgemize özel’ denizin derinliklerindeki soğuk suyu yukarı çıkarır ve denizin soğumasına neden olur. Yaz günü soğuk deniz hayal kırıklıklarına yol açar. Eskiden denizin böyle birden soğuması nedeniyle şoka giren balıklar kıyıya vururdu. Bu duruma halk; ‘deniz balık atıyor’ der, kıyılardan balık toplardı.

Eğer batıdan bir hava akımı geliyorsa, o zaman lodos esmeye başlar, deniz yeniden ısınır ama lodos yağış getirebilir. Bu sırada denizde hareketlilik ve dalga başlayabilir, bazen deli dalgalar kıyıları dövebilir.

Geceleri de ilginçtir! Akşam saat 21.00`den sonra güneydeki dağlardan, kuzeydeki denize doğru bir esinti başlar. Halkın “dışarı rüzgârı” dediği bu esinti, yaz sıcağında dağların, ormanların serinliğini getirir. İnsanlar böylece rahat uyuyabilir.

Özellikle kışları kuzeybatıdan esen karayel, tam kuzeyden esen yıldız rüzgârları soğuk hava ve kar getirir. Bazen kıyılarda yıkıcı dalgalar da oluşabilir.

Güneyden kışları esen kıble rüzgârı ılıktır.  Denizin bütün dalgası yatışır, uslanır. Kuru ve ılık hava herkesin hoşuna gitse de büyükler; ‘Şakanın sonu döğüş, kıblenin sonu yağış!’ diyerek birkaç gün sonra yağışlı, karlı havanın gelebileceğini söylerler.

Bu rüzgarlarla deniz şekillenir, öyle Akdeniz’deki gibi aynı rüzgâr, aynı deniz, aynı hava yaşanmaz. İşte belki de bu kıyılar için bu bir avantaj, bir çeşitliliktir. Bazen doyumsuz sakin günler yaşanırken, bazen de öfkeden köpürmüş gibi dev dalgalar kıyıları döver, homurdanır durur. Kıyılar da bu dalgalara göre şekillenir. Rüzgârın yönüne, dalgaların kuvvetine göre bir bakarsınız kumsal bir kıyı oluşmuş. Bir gün sonra, hatta bazen birkaç saat içinde çakıllar sıra sıra dizilivermiş, sonra beğenmeyip irilerini bir sıraya koymuş, küçüklerini ayrı sıraya. Sonra yanlış yapmış gibi hepsini tekrar silmiş ve bu kez yeni bir düzene sokmuş. Bu böyle sürüp giden doğal döngüdür.

Yöre halkı eskiden denizi bugünkü gibi yüzmek, biraz balık tutmak, biraz turizm, biraz da manzara olarak görmüyor. Deniz onların ekmeğini kazanma yeri, yaşamı! Ulaşım denizden sağlandığı için erkeklerin çoğunluğu denizci, gemicilikle uğraşıyor. Hayati Tahsin Yılmaz’ın Abana Belgeseli’nde, Abana`daki gemilerin 1930`lara kadar yelkenli ve kürekli olduğu anlatılıyor. Bu gemilerle Kırım, Tuna Ağzı, İstanbul, İzmir, İskenderun gibi uzak limanlara da gidiyormuş. Abana ve çevresinden kereste, tomruk, bazen de yolcu taşıyan gemiler, dönüşlerinde genelde tuz, mısır, şeker gibi yükler taşıyormuş.

Abanalının gemicilik öyküsü sadece Abana kıyılarında geçmiyormuş elbette. Yöremiz erkeklerinin çoğunluğunun İstanbul ve Marmara hattında da kaptanlık ya da gemiciliği varmış. Osmanlı Arşivleri’ne göre; 1792 yılında İstanbul-Üsküdar ve Mumhane iskelelerindeki kayıkçıların kökenine göre sayıları şöyleymiş:

Çerkeş 109, Abana 70, Üsküdar 62, Kengeri 11, İnebolu 8…

Ayazma İskelesi’nde: Üsküdar 11, Abana 10, İnebolu 8, Zaferanborlu (Safranbolu) 6…

Unkapanı İskelesi’nde: Erzincan 31, Karaağaç 13, Abana 7…

İlçemizde de 1930`lardan sonra motorlu gemiler dönemi başlıyor. Genellikle küçük boylu gemilerle, çevredeki yerleşim yerlerine ve ilçemiz önlerine demirleyen vapurlara yolcu, eşya, sebze, meyve, yumurta vs. taşıyorlar.

Abana ve çevresinde ağaç gemiler de yapılıyormuş. İrili-ufaklı çeşitli boylarda yapılabilen gemilerin 250 tonluk olanı bile varmış.

Şimdi biraz o günleri, o insanları anlamaya çalışacak olursak, bu zorlu denizde ‘Bugün deniz dalgalı ya da hava rüzgârlı, soğuk!’ deme şansları az. Çevrede en yakın liman İnebolu’da var. Hava tahminini atalarından gelen deneyimlerle yapıyorlar. Belki varsa, kimilerinde ancak barometre var. Bir yıl içindeki fırtına tarihlerini ezbere biliyorlar. Üç gün önce, üç gün sonra diyerek şaşma payı veriyorlar. Çoğunlukla tahminler tutuyor ama bazen beklenmedik rüzgarlar ve dalgalar oluşunca, sığınabilecekleri liman sayısı sınırlı olduğu için işleri çok zorlaşıyor.

İyi yüzüyorlar, denizi iyi tanıyorlar öncelikle. En dalgalı denizlerde bile gerektiğinde yüzmekten korkmuyorlar. Başka türlüsü de olmaz elbette! Abana`da liman olmadığı için en zor olanı da gemilerin, sandalların denize indirilmesi ve karaya çekilmesi oluyor. Zaman zaman oluşan kazalarda can ve mal kayıpları olmuş. Buz gibi kış günleri düşünüldüğünde, gemicilerin bellerine kadar denize girip geminin altına ağır feleği (kızak) tam zamanında verebilmesi son derece önemli. Bu zamanlamanın iyi yapılmaması durumunda, ağır geminin kızak yerine kuma oturması büyük sorunlara yol açacaktır.

İşte bütün bunları dedelerimiz, babalarımız iyi bilir, sefere gidecek ya da seferden dönecek gemiden haberdar, gözü kulağı denizde bekler. Uzaktan görülen gemi için hemen çarşıya haber uçurulur, arkadaşları kıyıda yerini alır, kimi soyunup gerektiğinde denizin içine girmeye hazırlanır. Gelen motorun kaptanı gemiyi ne zaman karaya çıkaracağını bilir ama çok dalgalı havalarda ona kıyıdan işaretler de verilir. Hatta bazen durum olanaksız görülüp gelmemesi, İlişi ya da Hacıveli gibi başka koylara gitmesi bile işaret edilir, seslenilir. Ama o koylara gitmek, oradan kıyıya çıkmak da ayrı bir zorluktur.

Son kararı elbette kaptan verir. Dalgaları gözler, oluşacak bir dalga aralığını bekler ve gemiyi uygun bir dalganın üzerine bindirerek kıyıya tam gaz yol verir. Nefesini tutmuş bekleyen kıyıdakilerden bazıları tam zamanında felekleri atar, bazıları gemiyi, sandalı yakalamaya ve yön vermeye çalışır. Kimileri kaptanı ve yolcuları kollayıp denize kapılıp gitmemeleri için, kimileri de gemiyi çekmekte kullanılan ırgatın halat kancasını gemiye takmak için zamanla yarışır. Gemi dalgalardan uzaklaştırılınca rahatlanır. Tüm bunlar el birliğiyle olur!

Geceleri de halkın bir kulağı denizde olur. O yıllarda yüksek binalar olmadığı için azgın denizin sesi çoğu yerden duyulur. Gece yarısı denizde dalga oluşursa, dalga sesini duyanlar sözleşmişçesine kıyıya koşar. Bu kez el birliğiyle gemileri, sandalları dalgaların ulaşamayacağı daha içerilere çekerler.

Benim de o günlerin son dönemlerini biraz görme şansım olsa da daha çok büyüklerimizin anlattıklarından ve okuduklarımızdan öğreniyoruz. Benim tanıklığım son kalan birkaç büyük gemi, Abana önlerine demirleyen vapura gidiş gelişler ve balıkçılık günleriyle ilgili…

Gemilerin, sandalların çekildiği çarşı önü hep hareketlidir. İlçe önüne demirleyen vapura yolcu ve yük taşımacılığını, orada oluşan kalabalığı izlemek hoştur.  Yine orada, sandalları çekmek için kullanılan ırgata yardım etmek bile eğlencelidir. Sonra; balığa giden-gelen sandallar, onların tuttuğu balıklara meraklı bakışlar, ayıklanan ağların kokusu, ağlardaki istavrit, mezgit, barbunya, çinekop, lüfer, palamut, kalkan, zargana, hamsi, kefal gibi tanıdık balıkların yanı sıra, uzun süre ölmeyen kaya balıkları, çarpan balıkları, dil balığı, izmarit, kötek, karagöz, tirsi, vatoz, küçük köpek balığı, yenmediği söylenen kırmızılı yeşilli türlü renklerde ot balıkları, deniz salyangozları, midyeler, yengeçler, deniz atları… Bunlar herkesin olduğu gibi biz çocukların daha bir dikkatini çeker, ilgiyle izleriz. Balıkçı ağabeylere özenip elimizde olta takımı, biz de bir sandala binip balık tutmaya gitmek isteriz. Bir balıkçının bizi almasını bekleyip, onların gözlerinin içine bakar dururken, bazen cesaretimizi toplayıp ‘biz de gelebilir miyiz?’ diye sorarız. Doğal olarak bu isteğimiz çoğunlukla kabul görmez, açık denizde biz çocukların sorumluluğunu kimse almak istemez.

Özellikle biz çocukların korktuğu Çeto Mustabey`in de sandalı var. O yıllarda neredeyse bütün büyükler sinirli ve sert insanlardı ya, o da çok sert ve asık yüzlü bir insan. Bir gözü de çok ürkütücü, kan kırmızısı!.. Öteki balıkçılara göre daha yaşlı, hafif kambur, ağır ağır yürüyor. Doğrusu ürküyoruz ondan! Ama o öteki balıkçıların aksine çocukları sandalına alıp gezdiriyor bazen. Bazen balığa da götürüyor. Sonradan anlıyoruz, kötü insan değilmiş, çocukları çok seviyormuş meğer! Kimi çocuklara ağaçtan oyuncak gemiler yapıyormuş, hatta böylesi sert bir adam, kimi küçük çocuklara kendine küfür ettirip eğleniyormuş bile!

Bir akşam üzeri Çeto Mustabey`i, sandalını denize indirme hazırlığında görüyoruz. Etrafına bakınıyor birini arar gibi. Sonra bize doğru gelip, arkadaşım Rıza’nın ağabeyi Ali`ye: ‘Ağ atmaya gideceğim, sen kürek çekmeyi biliyor musun?’ diye soruyor. O da istekli zaten! ‘Tabi tabi!’ diyor. Rıza ile tüm cesaretimizi toplayıp; ‘Biz de gelebilir miyiz?’ diye soruyoruz. Sert sert bakıyor bize suskun!.. Bir süre sonra da ‘Gelin haydi!’ diyor.

Sandalı denize indirmeye biz de yardımcı oluyoruz. Barbunya balığı avlamak için ağ atılacak. Biraz motor gücü ile gittikten sonra motor durdurulup, Ali küreğe geçiyor. O kürek çekerken, Çeto Mustabey sandalın kıçında, ayakta, ağır ağır denize ağı bırakıyor. Kürek çeken Ali`ye arada; ‘Siye… siye!..’ diye yöresel bir sözcükle seslenerek küreği düzenli çekmesini, sandalın hızını ve yönünü kaybetmemesini hatırlatıyor. Bu düzen fazla bozulduğunda da biraz öfkelenip; ‘Siye siye!’ seslenmelerine küfürler de ekliyor.

Bu işler olurken güneş de ağır ağır batıyor ve hava kararıyor. Üzerimizde tişört ve kısa pantolon olduğu için üşümeye başlıyoruz bir süre sonra. Babalarımıza haber vermediğimiz de aklımıza geliyor ve üşümenin yanında içimize bu sıkıntı da düşüyor. Gözümüz Mustabey`in gözlerinde ama korkudan ağzımızı açamıyoruz. Tabi o anlıyor ve sevecence bir küfür savurup, ‘Gelmek için can atıyordunuz, ne oldu şimdi? Gözünüz karada, gitmeyi bekliyorsunuz!’ diyor. Suskunluk!.. Sessizlik!.. Pişmanlık!.. Sadece küreklerden çıkan hüzünlü gıcırtı ve sandala vuran küçük dalgaların sesi duyuluyor. Sonra birden; ’kaldı, bitiyor!’ diyor.

Ağ atmanın sonunda, işaret mantarını da denize bırakıyor ve ‘Tamam, bitti!’ deyince motoru çalıştırıp çarşı önüne geliyoruz. Beraberce karaya atlayıp, sandalı ırgatla çekiyoruz…

Çeto Mustabey, asıl adı Mustafa Çetiner (1910 – 1976) kendi halinde, balıkçılıkla ve Kurban Bayramlarında kurban keserek geçimini sağlayan bir insan. Hatta ölümü bir bayram günü kurban keserken oluyor. Hiç evlenmemiş, şimdiki Soner Yazıhanesi’nin arkasında kalan ahşap evde yalnız yaşıyor. O yılların koşullarında insanlar daha az şeye gereksinimi olduğu ve daha az parayla geçimini sağladığı için, o da balıkçılıktan ve kurbandan kazandığıyla yetiniyor demek ki!

Balık avına gidilmediği kış günlerinde, bazen olta bağlayarak geçiriyor zamanını. Bazen de ılık günlerde balık ağlarını, çarşıda bugün yerinde olmayan ahşap dükkânların duvarlarına asıyor, örüp onarıyor. Ara verdiğinde, örgü mekiğini kulağının üstü ile şapkasının arasına sıkıştırıp, ‘İkinci’ sigarasını dudağının arasına yerleştiriyor. Her akşam üzeri güneş batarken kesinlikle kıyıya iniyor, denizi ilk kez görüyormuş ya da bir dostuna bakıyormuşçasına ilgiyle izliyor, nemli kokusunu derin derin içine çekerken, geçen ördek sürülerini, uçan martıları, uzakları, ufukları da gözlemliyor. Böylece hem rahatlıyor hem de merak ettiği gelecek günün hava tahminini yapıyor.

‘Güneşin battığı yerde kızıllık varsa, yarın havanın açık ve poyraz olacağını’ …

‘Eğer kızıllık yoksa ve güneş soluk batıyorsa, havanın lodosa döneceğini’ …

‘Eğer güneşin battığı yerde bulutlar varsa ve kuzeydeki ufuk çizgisinde sarılık görülüyorsa yağış ve fırtına geleceğini, denizin dalgalanacağını’ biliyor. Sonra gidip çarşıda balıkçı arkadaşlarıyla paylaşıyor tahminini ve bu tahminlerinde pek yanılmıyor…

Balıkçı arkadaşlarınca onun iyi bir palamut avcısı olduğu söyleniyor. Yine Hacıveli’den ilerdeki koylarda zaman zaman dinamitle kefal balığı avladığı da anlatılıyor. Pek yasal bir avcılık olmasa da ağ ve olta ile yakalanamayan kefal balığını avlama yöntemini böyle bulmuş!

Denize ağ atma işinde ona kürek çekerek yardımcı olan Turgay Dündar:

‘Uzakta kefal sürüsünü gördüğünde 10-15 metre kadar yaklaşıp elindeki dinamitin fitilini ateşliyor ve sürünün ortasına savuruyor. Patlayan dinamitle kefallerin kimi suyun yüzünde, kimi suyun dibinde cansız ya da baygın yatıyor. Suyun yüzündekileri o kendisi toplarken, dibindekileri dalıp ben çıkarıyordum. Ona yardımlarımın karşılığı olarak harçlığımı da verirdi…‘

Akrabası Lütfi Özgür, onun balıkçılığı ile ilgili anısını şanlatıyor:

Bir gün Genç Lütfi Özgür`ü de yanına alıp palamut avına çıkar. Kısa zaman içinde iki büyük seleyi palamutla doldurunca dümeni kıyıya kırar ve sandalın başını çabucak karaya oturtup, orada tanıdığı bir gence balıkları çarşıda satması için verir. Sonra da yeniden ava devam etmek için açılır. Balık boldur, az sonra 50 kancalı oltanın hepsine birden balık takılınca Çeto Mustabey, ‘Kıs kıs, motoru biraz kıs!’ diye seslenir Lütfi Özgür`e. Çünkü sandal aynı hızla yoluna devam ederse, ağırlaşmış olta bu ağırlığa dayanamayıp kopacaktır. Bunu palamut avlayan balıkçıların hepsi bilir. Fakat biraz heyecanlı davranıp ayarı tutturamayan Lütfi Özgür istemeden motoru stop ettirir. Bu kez bir anda boşta kalan oltadaki balıklar kolayca misinayı kesip oltayı koparır ve derinliklerde kaybolur. Tabi Çeto Mustabey çileden çıkar ve küfürler havada uçuşur…

Bazen camide de vaazı fazla uzatan hocaya; ‘Herkesin işi gücü var hoca, bu kadar uzatma, bizi gündelikçi mi tuttun!’ diye söylendiği de olur…

1955 Yılında bir gece, şimdiki PTT binasının yanında yer alan Abana Merkez ilkokulu’nda yangın çıkar. İtfaiyenin olmadığı o yıllarda alevleri çaresizlikle izleyen halkın arasında o da vardır. Yangının, çevredeki evlere sıçramasını önlemek düşüncesiyle hemen harekete geçer. Evinde sakladığı dinamitlerden birkaçını alıp gelir. Dinamitle binayı çökertip, yangının yayılmadan küçülmesini sağlamak amacıyla dinamiti binaya atar. Ancak patlama sırasında fırlayan bir tahta parçası gelip gözüne girer ve bir gözünü kaybetmesine neden olur. O yüzden bir gözü kıpkırmızı, ürkütücü bir görünümdedir. Belki de sert görüntüsü, sinirli yapısı da bu yüzdendir!

Bilindiği gibi, o kuşağın insanlarının Abana sevgisi de bir başkadır, yürekten tam bağlıdırlar. Çeto Mustabey de onlardan biridir. İlçede olan biteni geriden sessizce izler, bazen gözünün tutmadığı yabancıları izlemeye alır.

Bir yaz akşamı davranışları hoşuna gitmeyen yabancı gençlerin, Abanalı gençlere sataşıp kavgaya tutuştuğunu görünce, ileri yaşına aldırmadan o da dalar kavgaya. Elinden bıçakla yaralanır, hastanelik olur…

Abana’nın o günlerine tanıklık etmiş Çeto Mustabey`in bugün hiçbir yakın akrabası yoktur. Yaşıtları da kalmadığına göre onu tanıyan ve adını anan da pek azdır…

Biz anmış olalım böylece!..

Muharrem Saka (Kasım 2025)

Etiketler

1 YORUM

  1. Avatar
    Hasan Doğan

    Ruhu şad olsun. Merakla ve heyecan içinde okudum. Abana gibi her kıyı kasabasının birbirine benzer Çeto’ları, Mustabey’leri vardır muhakkak. Bizim Çatalzeytin’in de bir Piti Emmi’si vardı örneğin. Müzmin bekarlık konusu dışında, herşeyleri ne kadar birbirine benziyor. Yaklaşık aynı dönemin insanları ikisi de. Birbirlerini tanımış olmaları da kuvvetle muhtemel. Yerel denizcilik kültürü ve denizden geçinmeye ilişkin verilen bilgiler için teşekkürler.